16 Şubat 2016 Salı

ÖĞRETMENİM BUGÜN YUSUF GELMEYECEK

‘’Öğretmenim Bugün Yusuf Gelmeyecek’’
İlk mesleğe başladığım gündü. Öğretmen bir anne ve babanın çocuğu olarak idealist başlamıştım mesleğe… Her çocuğu eşit sevecek onların haklarını canım pahasına gözetecektim. ‘’Küçük okulun derdi çoktur.’’ Uyarılarına aldırış etmeden gözüm kapalı yazmıştım bu kırmızı duvarlı minik köy okulunu.
İlk gün( 7 Aralık 2010)
Okul müdürüne izin verirseniz çocuklarım...la baş başa kalmak istiyorum demiştim. ‘çocuklarım’ ne kadar da manidardı. O gün tanımıştım kuzucuklarımla ‘’ Benim adım YUSUF ‘’ demişti yanağı gamzeli bu yakışıklı. Aman Allah’ım kalbim çatırdamıştı. Eşitlik yeminimi bozuyor muydum? Dur daha bismillah ne çabuk çiğnedin kendini derken… O an ısındı kalbim; kalbine yanağındaki iki çukur gamzeye. Tüm çocukları seviyordum ama Yusuf bana daha yakın geliyordu. Yusuf’um daha masum bakıyordu. Tüm arkadaşlarının kalbini çalmıştı Yusuf. Herkes Yusuf’u çok seviyordu. Peltek konuşması, muzipliği, her şeyi yanlış okuması, okuduğu gibi yazması, kendine has üslubu ve fazlaca merhameti… Kısacası Yusuf’umuz nev-i şahsına münhasır olmasıyla sivriliyordu.
‘’ Öğretmenimizi Seven Gürültü Yapmaz.’’
Seviyordum öğretmenliği, başladığım gibi kararlı adımlarla ilerliyordum. Her çocukta başka, bambaşka bir dünya keşfediyordum. Öğretmenlik ne lisansta öğrendiklerimden ne de ders kitaplarından ibaretti. Rengarenk bir bahçenin bahçıvanıydım adeta, sanırsınız padişahın has bahçesi, bu bahçede türlü türlü çiçek vardı; kiminin suyu eksik, kiminin güneşi fazla, kimi tam kıvamında. Yaşatmalı, onarmalı, korumalıydım.’’ Görev kutsal, görev mukaddesti.’’
Veliler ablalarım, çocuklar evlatlarım olmuştu. Kocaman bir ailem vardı artık. Ablalarımla aramdaki uhuvvet gün geçtikçe artıyor; çocuklarımla ünsiyetim kuvvetleniyordu. Bende çocuklarımla hamur misali yoğruluyor, merhale merhale öğretmen olmaya başlıyordum. Gün geliyor yer değiştiriyorduk onlar minik öğretmen ben öğrenci, onlar güçlü ben aciz, onlar cesur ben korkak… Okul dışındaki tüm sıkıntıları onlarla aşıyor adeta şifa buluyordum. ‘’ Çocuklarım diyordum, çocuklarım’’ lafızdan çıkıp mana oluyordu. Aramızdaki bağı perçinlerken zaman su gibi akıp geçiyordu. Kılıktan kılığa giriyordum. Bahçıvan olmak yetmiyor anne, baba, çoban, doktor… Anne olup bağrıma basıyor, çoban olup kırlara çıkıyor, tamirci olup çivi çakıyor, doktor olup dişlerini çekiyordum.’’ Görev azizdi. ‘’ olmasaydı hiç verilir miydi peygamberlere öğretmenlik! Bunun şuuruyla yapıyordum öğretmenliği.
Soğuk havalarda birbirimize yorgan oluyorduk. Sarıldıkça gözler parıldıyor; parıldadıkça sanki arş-ı ala yere iniyordu. Onlarda beni çok seviyordu…
‘’ Öğretmenim ben biliyorum sen bizi çok seviyorsun.’’
Tatillerde birbirimizi arıyor aramıza hiçbir mesafenin girmesine izin vermiyorduk. Yusuf’umla yaz tatilinde de konuşuyorduk. Her gün her yediğinden iki tane; biri bana, biri kendisine..
‘’ Öğretmenimiz yazıktır.’’
‘’ Öğretmenim kim sana karışırsa korkma, senin arkanda ben varım.’’
Yeşil bakışlar sevgiyle yöneliyordu bana. Özgüveni, dürüstlüğü, babacan tavrı, kararlılığı onu okulun doğal lideri yapmıştı. Ben derse girene kadar sınıfı ve arkadaşlarını derse hazırlıyordu. Sağ kolum olmuştu, sağ gözüm olmuştu. Bazı günler okulda yalnız kalıyorum diye gelip yanıma oturuyordu.
‘’ Öğretmenim canınız sıkılmasın diye geldim yanınıza.’’
Karnımın acıktığını düşünerek bir parça ekmek ve şişeye doldurulmuş şekerli süt getirmişti. Gözlerim dolmuştu. Allah’ım söze ne hacet böyle bir sevgi için söze ne hacet. Söz bitiyor sükut dile geliyordu…
Öğretmenlik bir aşktı; aşkla, şevkle, tutkuyla bağlıydım mesleğime. Sadakat yeminimi etmiştim. Aşık ben maşuk ise birden çoktu.
(2 Kasım Cuma)
Okul genelinde dört öğrenci adaydı. Yusuf’um açık ara farkla birinci olmuştu. Gururluydum. Benim oğlum işte demiştim.
‘’ Öğretmenim başkan olmak için dua ettim kabul oldu.’’
Oğlumu gördüğüm son Cuma oldu. Pazar günü öğlen vakitlerinde üzerine düşen römork sonucu Yusuf’umuzu kaybettik. Kestirmeye kıyamadığım saçları kana bulanmış. Bir gün saçlarını öperken arkadaşım ‘’Diğerlerini de böyle öpüyor musun?’’ diye sormuştu.’’ Hepsini çok seviyorum ama o ciğerdir ciğer.’’ Demiştim. Ciğerimi yaktı Yusuf’um, Yusufcuk olup uçarken… Sorardı bana;
‘’ Öğretmenim sen ölünce mezarına hangi çiçeği bırakayım.’’ Şimdi o küçücük bedeni toprağın altındayken ben sana hangi çiçeği yakıştırayım Yusuf’um… Okulu başkansız beni sensiz bıraktın. Penceremde Yusufcuk kuşları, boynumda Yusufcuk kolyesi … öğretmenin yeni Yusuf’ları sevmek için hazırda bekliyor. Mekanın cennet , ruhun şad olsun…
En acı öğretmenler günü yazısını senin için yazıyorum. 04 /12 KASIM
 

9 Ocak 2016 Cumartesi

''Üç Kars'a mahsustur''

Bazı şehirlerin kendine has bir kokusu vardır kimi taş kokar kimi düş bazı şehirler cennet gibidir bazıları cehennem hiç gün yüzü görmez . Cayır cayır yanar memleket acısı içimizde.. Bir iki gün beriden bakmalı, uzaklaşmalı, uzaklaştıkça anlamalı yola çıkılmaz herkesle sağlam bir yol arkadaşı bulmalı, biz de birbirimize sığındığımız gecelerin hatırına heybemize birbirimizi alıp talip olduk yola , yola koyulmaya...  İstikamet Erzincan. Normal şartlarda tıklım tıklım olan otobüs firmalarını da savaş on  ikiden vurmuştu. Henüz tam olarak soğumayan Diyar-ı Bekir semalarından uzaklaştıkça 'kara kış' denir adına ama görünen o ki beyaz kış kendini göstermeye başladı. Sabahın seherinde Erzincan'a vardık tulum peynirli güzel bir kahvaltıdan sonra yönümüzü Erzincan- Kars doğu ekspresine  çevirdik. Küçücük bir tren garı var Erzincan'ın ; sevimli ama “kimliksiz”...Avrupa şehirlerinde her bir tren garının  kendine has mimarisi, havası tam adıyla “kimliği” vardı bilirdiniz biri elma biri armut; biri Ali diğeri Mahmut. Anadolu şehirlerinde tırnak içerisinde modernizmin etkisiyle  tüm garlar birbirine benzemiş, birbirinin aynısı olmuştu. Hepsi elma. Hepsi adem.
 Ve bir ses çal israfil çal der gibi...
  Düdük sesi bize artık  yola revan olduğumuzu fısıldadı ve  bizi yola davet etti. Sünnettendir icabetimiz...“Keşiş” dağlarıyla “ Munzur” dağları arasında başladı yolculuğumuz. Dağların arasında semaha durduk , döndük de durduk kendi etrafımızda .Ali'nin kokusunu aldık da bir parça öyle çıktık. Dağları bıraktık da az düzlüğe indik . İndik de ikrar ettik. Böyle ikrar ilen böyle yolunan ... Erzurum platolarında Taşköprü göz kırptı bize, gözüm çıkaydı ahh! “ongözlüyü “  hatırladım içim yana yana üzerinde  gecenin bir yarısı söylediğimiz “Kör olasan Suzan Suzi'yi'' geçirdik. Gözümüz çıkaydı Suzan! Kalbin sirayetiydi göz ,köprü kavuşmanın, süküt ikrardandı , usul esasa mukaddemdi, kadim benim şehrimdi, taşları dile gelirdi, Kalesine köprüden baktığımız şehrimin ensesinde bir ürperti, başında dumanlar vardı ...Ah !On Gözlü'nün de on gözü çıkaydı ! Kalbimizin kırmızıya, ateşe, acıya doyduğu anlarda bembeyaz dağlardan geçtik , donmuş nehirlerden ;ışıksız, gölgesiz manzara resmi çekilemeyen ovalardan geçtik... Kars'a vardığımızda gün “tari” olmuştu.  Kristal bir geceydi. Gök kızılca kıyamet, yer beyazdı. Kar taneleri öyle parlak öyle ahenkli düşüyordu ki sanki gökten eleyerek gönderiyorlardı karı. Kalbimizi sorarsanız karla karışık yağmur! Kürdistan'ın en doğusu esir etmişti bizi. Biz beyazına meftun . Elmas yağıyor sanırdınız gökten .
  Kars'a gelmişken “kaz” yememek olmazdı.  Kazı  Kürtler tuzlayıp dondurarak Azeriler ise yazın kurutup kırmızı unda bekletip öyle yerlermiş . Bizim yediğimiz Kürt usulüydü. Şark kültürüne göre döşenmiş, odun sobasının üstüne ısıttığımız ekmekler ve yemeğin sonunda yediğimiz mekanın sahibi kendilerine özgü  tatlısı... Diyarbekir'den geldiğimizi öğrendiklerinde “nedir bu memleketin hali” sorularına ziyadesiyle maruz kaldık.  Burayı da, ekonomisini de  etkilemişti. Ocak soğuğu ciğerlerimize işlemişken soğuğun doruklarına sevdalı biz “Kars Kale’sine” doğru yola çıktık . Yürüyerek çıkmanın mümkün olmadığı taksiyle gitmenin çılgınlık olduğu durumda  çılgın olmayı tercih ettik . Sağlam bir rehberle Tarihin derinliklerine yol aldık. Taksici Adil Abi “Digor’un Kürtler'indendi. Yöreye ve turizme ziyadesiyle aşinaydı.
 Eski Kars tamamen Rus yapılarından oluşuyordu . Hamamlar , cephanelikler, kiliseler, köprüler ve kale . Kaleye, rivayet odur ki “Bu tünellerin Ermenistan'a kadar gittiği... “ hikayeleriyle çıktık . Kale şehrin en yüksek tepesindeydi.  En tepeye çıktığımızda seyr-i Kars yaptık. “Buz gibi “ tabirini tekrar tekrar sorgulamak zorunda kaldık. Soğuk az zaman sonra parmaklarımızı kanatarak kendini ispatlamıştı.. Şehri korumak için konuşlanmıştı sanki kale . Saha kalkmış bir at gibi en tepede ben varım diyordu, burdayım ..
   İktisadi ve idari bilimler Fakültesi , bir otel,  bazı devlet daireleri hep bu tarihi yapılardan oluşuyordu . Keşke resmi binalar yerine kültür merkezleri , sergi salonları veya aynen- kendisi- halinde kalıp müze olarak kullanılsa...  Yolculuğumuzun bir sonraki durağı Kars-Ardahan yolu üzerinde bulunan Çıldır ilçesine bağlı Çıldır gölü'ydü ...Göl dediysek kenarına ağaçlar olan söyle ayaklarını uzatacağin bir göl gelmesin aklınıza.Kilometrelik göl  buz tutmuştu evet yanlış duymadınız buz tutmuştu! Ve işte karşınızda “Buz gölü “ Buz Gölüne gidebilmek için taksici Adil Abi'yle önce kara yollarını aradık. Yolların açık olduğu teyidiyle düştük yola... Asfaltan çıkan dumanlar bize soğuğun şiddetini gösteriyordu. Göle yakın bir yerde durduk fotoğraf çekmek için ikinci adımda işte soğuğun doruğu dedik . Evet doruklara sevdalı biz  anlatılmaz , yaşatmaz- dondurur öldürür bu soğuğu kesinlikle beklemiyorduk . Kendimizi o kardan uzun uğraşlar sonunda arabamıza attık söylene söylene göl kenarındaki minik restorana vardık. Bizden başka deli var mıdır diye düşünürken aslında yalnız olmadığımızı bu mevsimde karıyla- soğuğuyla orayı görmek isteyen insanların olduğunu gördük. Çıldır Gölü'ne has 20 kiloluk “sarı balık “ lezzetiyle kendisine müteşekkir bıraktı. Minik çaydanlıklarda gelen çayın ardından buz golüne doğru yürüyüşe çıktık.  Çığlıklarla şaşkınlıkla gölün üzerinde yürüdük, koştuk,  şarkı söyledik...
  “Kars” ; kimliği olan, tarihi olan , kendisi olan bir şehir. ! Nüfusu Azeri , Terekeme az miktarda Avşar ve çok miktarda Kürtlerden oluşuyor. Eski zamanlarda Azerilerin şehir merkezinde yaşadığı çevre köylerde ise Kürtlerin yaşadığını, ve Kürtlerin Azerileri kasa olarak kullandığını yılın belli mevsimlerinde gelip paralarını onlara teslim ettiğini ; geri almak zamanı geldiğinde insiyatifin Azerilerin elinde olduğunu söylediler. Otobüs firmasında muhabbet ettiğimiz amca aynen şöyle aktardı : “ Benim babam çok zengindi, ben liseye gidende beni Digor’dan Karsa gönderende. O vakit herkes dersi dinlerken ben dinleyemiyordum.  Çünkü bir yoldan gitsem Azeriler yakalayıp dövecekler , öteki yoldan gitsem bu yoldan dövecekler düşüncesi zihnimdeydi.  Okulu terk etmek zorunda kaldım. Şimdi gençler büyüdü de artık ezdirmiyorlar kendilerini , akıllandılar.
   “ Yine de çok dilli çok kültürlü çok milletli bir yaşamın mümkünlüğünü bugün bize gösterdi ! Her şeyin ötekiyle güzel olduğunu ... “Tek ve bir “ in Allah'a mahsus olduğunu(Tekbir: Allahu ekber), üç- ün ise Kars'a(Karı,  kazı, kızı) gördük  ve şahitlik ettik..
ez cümle
Akşam olur karanlıklar çökende 
Devriyeler adım adım gezende 

Kar kaplamış solmuş güller görende 
Sarılıp dallarını öpesim gelir...

2.Ocak 2016 /Kars


dipnotlar
Bu bir gezi yazısı değildir, sızı yazısıdır.
Bu bir kaçış yazısı değildir, bir kavuşma yazısıdır.
Bu yazı bir Kars yazısı değildir , bir Diyarbekir yazısıdır.



aforizmalar

 Anadoluda tren garları kimliksizdir.
Üç Kars'a mahsustur.
Kale-i Kars ata benzer , Kale-i Diyarbekir ise balığa benzer.
At murattır, balık kısmettir.
Dağın dağa kavuşması köprünün icadıdır.

 Şeyma Demir'e ithafen  DERYA ÇOK











Eleni Vitali- gramma kai grafi( mektup ve yazı)







Not: Bu yazı Şeymacık'a ithafen yazılmıştır.. Benim az bulunan , inatçı, uyumlu , sevimli( iki buçukluk sarı balığıma)

27 Kasım 2015 Cuma

Kopenhag /Malmö

Kopenhag :Soğuk havası , standardı yüksek hayatı ile sakin bomboş bir kent . İnsanların paraya ihtiyaçları yok bir çok yerde marketler dahil saat 18.00 da kapanıyor. Andersen masallarinin yazıldığı yer burası. Copenhagen'in bir çok yerinde Anderssen'i görebilirsiniz. (Evi, heykeli, bulvari) Burada sıradan bir mağazaya rastlamaniz çok zor. En uygun mağazaları bile türkiyede alınması çok zor ürünler.  Kentin her yeri oldukça sakin belirgin bir kalabalık yok. Apartman olan evleri küçük . Uçaktan bakınca şehir cetvelle çizilmiş kadar düzgün. Kent merkezinden uzaklaştikca  birbirinden güzel evlere karsilasabilirsiniz. Bu aylarda giderseniz Noel hazırlıklarını yapılmaya başladığını her yerde "Christmas" çarşılarının kurulduğunu görürsünüz. Dikkatimi çeken önemli bir hususta hayat standardı bu kadar iyi olmasına rağmen türkiyedeki lüks araçlardan burada olmamamasiydi.  Araçlar genelde amacına uygun sadece "araç " olarak kullanılıyor :)) Fransız elçiliginin önünden geçerken mel'un saldırıda hayatını kaybeden insanlar için elçiliginin önüne binlerce çiçek bırakılmıştı. Göçmenlere mültecilere çok fazla yer vermeyen bu ülkede en çok afganistanlilar , araplar ve Konya (Cihanbeyli,  Kulu) kürtleriyle karşılaştık. En güzeli ise karşılaştığımız Konya Kürtleriyle kaçak çay içiyor olmamizdi. Ve birbirimizi gördüğümüzde sanki kaldığımız yerden devam eden iki dostla muhabbetimizdi.  İçtiğim en lezzetli çay diyebilirim. İnsanların sakinligi şehrin kivrila kivrila akan küçük bir dere gibi akması tüm dünya telaslarini memleketimin kargaşasıni düşündükçe aslında Ortadoğu'da ne kadar yoruldugumuzu anladım. Tüm bunlara rağmen insanimin sıcaklığını , bekesligini özledim . Kalbim Amed'de kaldi.
    Malmø :
Kopenhag' a 40 km uzaklıkta bir şehir.  İki kenti ayıran uzunca bir köprü var sadece. İki ülkeyi ayıran bir köprü !Köprüden geçerken Charles Dickens' ı düşündüm  iki sehrin hikayesini... "Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana - sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece 'daha' sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi. "
  Köprü boyu kitabin ilk paragrafı çınladı kulaklarimda. Arka fonda Aleksander Rybak- Fairytale söyledi. Köprüyü geçtikten sonra İsveç' in güler yüzlü polisi karşılıyor bizii. Malmö'de / Nykobing'de / Kopenhag'da doğru dürüst polisle karşılaşmadım . Malmö şehrine hiç yabancılık çekmedim . Göçmenlerin özellikle müslümanların ziyadesiyle yoğun yaşadığı bir yer. Büyük çoğunluğu Araplar'dan olusuyor yine Konya Kürtleri  az miktarda da Asya müslümanları mevcut. Lokantaların çoğu Arapların elinde yoğun baharatlı ve lezzetli. Bir çok restaurantin üzerinde "helal" yazıyor. Şehrin tarihi dokuları olduğu gibi korunmuş. Hemen her yeri tarih kokuyor. Büyükçe parkları azıcık güneş gören insanların uğrak mekanları. İnsan kalabalığından uzak bir şehir . Kopenhang'in elit havası burada yerini  tarih kokan sokaklara bırakıyor. Çok çeşitliliğinden olsa gerek daha çok benimseyebildim. İnsanların çoğu yürüyüş / spor yapıyordu.  İşe giden/ gelen insan sayısının azlığını sorunca:  Esnek çalışma mesaisinde olduğunu ; haftada 37 saat çalışma şartının ister 2 günde isterseniz de 5 günde tamamlanabileceğini öğrendim. İsveç Danimarka'ya göre  daha uzcuzdu . Şöyle ki  1 Euro 7 Dan. Kronu. 1 Euro 10 İsveç Kron'uyla eş değer.  Ayrıca Danimarka/ İsveç halkının gece hayatının çok az olduğunu vakitlerini çoğunu is çıkışlarında ailesiyle geçirdiğini gördüm . Soğuk görünüşlerinin aksine soru sordugumuzda güler yüzle uzun açıklayıcı cevaplar aldık. Bunlari dönüş yolunda yaziyorum. Benim icin çok heyecan verici bir deneyimdi . Reha Ruhavioğlu​ğnun  da dedigi gibi : Uzaklara gitmenin en güzel tarafı dönüşte Diyarbekir' e geliyor olmak. Eve dönüş vakti , kendimize dönüş vakti kalbimize dönüş vakti...







16 Ekim 2015 Cuma

Bir ecaayip İmam !

Çetin bir kış var o yıl . Camlar buz tutmuş , Son katta oturuyoruz petekler yetmemiş iki kat almışız.  Annem el örgüsü kazak işlemiş alacalı turuncu da var , mavi de var içinde boğazını iki kat örmüş bir ters iki düz bir ters iki düz. Akşamları turuncu gökyüzü, her gece kar yağıyor . Kızlı erkekli kar topu oynuyoruz .Yasak değil o zamanlar kızlı erkekli takılmak. Parmaklarım buz tutmuş. Soğuk ciğerlerime işlemiş dudaklarım mosmor , yine de oyundan çıkmak istemiyorum erkekler daha sert atıyor kar topunu.İsabet, istatistiği yüksek. Taak diye burnuma değiyor kartopu; nereden geldiğini bilmiyorum, beklemiyorum, şaşırıyorum. Buz tutan burnum, soğuktan bıçak gibi keskin soluklarım yetmezmiş gibi bir de kar topu ağır darbe vuruyor burnumun ucuna darbelere erken alışıyorum  . Sırılsıklam olmuşum ateşin başına gidiyorum ısınmak için,  çocuklar da geliyor yanıma bir adam yanı başımızda gözlüklü, güleç, tonton
Nimet amcaya dair hatırladığım en net kare o kış gecesine ait. Ocak soğuğu var . Bir tenekenin etrafında toplanmışız ateş yakmışız ellerimizi ısıtıyoruz. Oturan tek bir kişi var . Bir iskemlenin üstünde bacak bacak üstüne atmış. Bir ayağının üstüne ellerini bağlamış bir “amca” . Tombik , orta boylu, yuvarlak yüzlü yuvarlak gözlüklü biriydi. Gözlükleri incecik metalden yapılmış yuvarlak yüzüyle yapışıktı sanki ... Ateşin başında hikayeler anlatırdı bize. Elimi yakmıştım o gün “soğuk taşları ellerine koy, ateşini alır” demişti. Canım acımasina rağmen anlattığı hikayelerden mahrum kalmak istemediğimden sızlaya sızlaya dikilmistim o ateşin başında, diğer çocuklarla birlikte. Huzurla dinlerdik alim selim biriydi. Yumuşak bir ses tonu vardı, tane tane konuşurdu . Her söylediğini anladigimizdan emin olmadan devam etmezdi. En fazla sekiz yaşındaydım ama sesindeki dinginliği anlayabiliyordum. Herkes çok severdi apartmandaki her sorunu çözerdi. Geçmiş olsunlara,  düğünlere,  taziyelere 36 hanesi olan apartmanın tüm mensuplarını toplardı.  Bayram ziyaretlerine 36. Daireden başlar evin erkeklerini toplayıp en alttaki daireye kadar giderdi. Apartmanın erkekleri aşağıda muhabbet ederlerdi. “Cem “ ne demek bilirdik. Babalarımiz aşağıda muhabbet ederken bizlerde güvenle şeker toplardık. Bayramlar kış gününe denk gelirdi  ama kimse üşümezdi . Bilirdik Nimet Amca’ nın marifetiydi. Saygın ve iyi biri olarak anılırdı. “imam-lik” mesleğini hakkiyla yaptığını düşünürdü herkes. Hiç suratını astığını görmedim . Bir gün hariç. Bizim mahallenin imamiydi. Yeşil minik bir camide.. Mezarlığa bakan üst katındaki lojmanda kalmak istememişti. O koca mezarlıkta binlerce  kişinin Fatiha’sını okumuştur . Yazları kuran kursuna giderdik . Başımızın üstünde tutarak Musab’ı kahvelerin önünden geçerdik. Adamlar ayağa kalkardı.  Bilirdik mühim bir iş yaptığımızı.  Onun dışında her türlü haylazlığı yapan biz , is Kur’an’ a gelince ciddileşirdik. Kurs çıkışında. Göznuru örtülerin içinde saklanan Kurân’larimizi mezarlığın duvarına ıtinayla bırakır ; mezar başlarındaki dutları yerdik. “Kırmızılar bulaşırdı eteklerimize...” Mezarlık öyküleri anlatır korkuturduk birbirimize, ağacın en yüksek  dallarına kimin çıkacağı hep muamma olurdu aramızda. Yerdik dutları , taşırdık başımızda Kurân’ı,  yerden kaldırıp öperdik ekmeği..
   Bir sabah huzursuz bir hava ... İlk o zaman anlamıştım kara haber tez duyulurmuş.
Bir sabah şaşkın fısıltılar... Apartmanın tüm kapıları açık , her merdiven başında üç beş insan . Ne kadar da konuşmaya meraklı ölünün ardından.
Bir sabah “ölüm buz gibi”... Melle Nimet intihar etmiş.
Bir sabah koşuşturma... Can havliyle koşuyoruz mezarlığa. Bir dut ağacına asmış kendini, başı yana düşmüş, morarmış yanakları, gözlüğü bir kulağından sarkmış.Ağır çekim de izliyorum, yaklaşıyorum kalabalığın arasından dut ağacına doğru, en kırmızı meyve vereninden karşı apartmandan görmüşler sabaha kadar dolanıp durmuş mezarlikta . Yağmurlu bir geçeymis.   Usumus odun yakmış sabah ezanına kadar oturmuş ateşin başında. Incecik bir ipe asmış kendini hayret diyordu görenler nasıl kopmamis bu ip uzun süre can çekişmiş hırıltıları duyulmuş etraftan.  Asıktı suratı bodur bir dut ağacının alçak dallarına asılı bu adam , belli ki bir yani belki kurtulurum diye yüksek dallara çıkmayı istememişti,  belki ip kopar belki ayağım yere değer... Belkilerle beraber acabalar,  kimbilirler var aklımda:
ACABA yaşamdan, çocuklarından kopacak kadar neydi yüklendiği sırtına ?
KİMBİLİR kaç defa  insan canına kiymanın ne kadar kötü olduğunu öğütledi cemaatine? 28.09.2015 /03.08
Diyarbekir

24 Ağustos 2015 Pazartesi

Yollara düşenlere...

Kapının ardında bir telaş, ot kokusu elimde ot dergisi takmışım bu ara otlara, Severim dergiyi sevmem otu. Değiştirmeyin kardeşim otu , kopardığınız gibi yiyin. Bu ateşle boğuşturmak nedir? Kaynatmak, pişirmek ,kızartmak????? Neyse burnuma aldığım zehir bir ot kokusu, genzimi yakan bu zemberek ...  Tatvan'dayım. Oysa ne zehir kalmalı ne zemberek . Bir yani yeşil diğer yanı mavi coğrafyada. Huzur bu muydu? Mesela hiç mutsuz olmuyor muydu Karadeniz'dekiler ? Kafamda deli sorular. Kalbin acısı, zihin yorgunluğu, çatılan kaş ve iki kaşın arasında derin çizgilerle... (arka fonda söylesin: ''İki dağın arasında kalmışam'')
  Çizgiler: Sıra sıra kimi birbirine paralel kimi çakışık birbiriyle. İlkokulda öğrenmiştik her çizgi noktalardan oluşur. nokta. Bembeyaz bir kağıttı insan doğarken . Her yıkıntıyla bir nokta, sonra noktalar birleşir uzun uzun çizgiler. Çizikler kalpte, çizgiler alında.. Hatırlıyorum uzaydaki herşey noktadan oluşuyor demişti öğretmenim. Kaçar noktadan oluşuyorduk sahi? Nerede birleşiyordu noktalar, nerede çakışıyordu çizgiler..
 Sarsılmaz sanar insan kendini , güçlüyüm der, hatalardan ders aldım der. İnsan neyse odur kendi içinde döner dolaşır . Yine ilkokulda öğretmişlerdi her şey bir döngüdür.. İlkbahar ,yaz, sonbahar,kış, ilkbahar,yaz.... Her şey aslına döner , ettiğini bulursun, ektiğini biçersin .Kendinden öte köy yok, tilkinin dönüp dolaşacağı yer.. Dünya yuvarlaktır başladığın yere dönersin.
 İlkokulda ne de çok şey öğretmişler .Oysa  benim ilk öğrettiğim şey Atatürk'ün Selanik' te doğduğuydu ... Hayatı ben bu kadar bilmezken hangi fütursuzlukla anlatacaktım?

Fütürsuzluk: Gözün kör olma hali...
 https://www.youtube.com/watch?v=vaSyaOuKFvo




12 Temmuz 2015 Pazar


                          YOLCU-LUK
karanlıktı, zifiri 
                         yoldaydık neşe vardı yolda, herkes uyanıktı..
   En sevdiğim şehir Mardin demişti iki gün önce. Vakitlerden gündüzdü ;ikindiye yakın.Hava kararmamış, ay çıkmamış, hüzün basmamıştı. Yüze düşen bir gölge vardı ama belli belirsiz. müneccimlerin bile fark edemediği ; inceden inceye, sızıyla karışık.. ''En sevdiğim şehir Mardin'' demişti. Bir cümle. kurşun. En asi bıçak eti kemikten tek seferden ayıran. Ağız dolusu cümleler kursa etimin çürümüş kokusu böyle çıkmazdı. Dişimin kovuğunda pusu kuran zehir akmazdı ağız dolusu kurulmayan cümlelerin ağızlarına... 
    Hiç konuşulmadı geçmedi sızı ,aydınlanmadı gölge.

Yolun sonuna gelmiştik. vakitlerden gece zifiriyle karışık; fecre yakındı.
  - ''Gecti mi ?'' diye sordum. Vakitlerden geceydi fecre yakın. 
  - ''Gecmez'' dedi .  Boğazında bir yumruk. Adem'in öyle canı yanmamıştı, öyle oturmamıştı elma boğazına. belki o yumruk önce inse elmadan adem elması denmeyecekti. yoldaydık, yüzün vardı yolda, sadece üç kişi uyanıktı. Bir dergide okumuştu diğeri* ''yarası acıtmaz ama hatırası acıtır.'' dedi.  Ortada bir sus oldu .
vakitlerden geceydi, fecre yakın.... 

A. ve R'ye .... 
 Bakmaya kiyamadiğimiz kristal gözlerine gölge düşmesin. Zira her zerresi elmas... Azeri bir halk türküsünü dinliyorum yazarken "Yine sürme çekmişsen evler yakan gözüne.. " Ezcümle hüzünle bakmasın , konuşunca yutkunmasin son olarak da evleri yıkmasın :):):)

     

24 Şubat 2015 Salı

Hoyrat, hüzünlü canfeda kuşu

Bazen küçük, küçücük bir kuş gibi kayboluruz denizlerde, dehlizlerde. Yorulmuşuzdur, yorgunuzdur, insanlara güvenimizi kaybetmişizdir, güvendiğimiz dağlara kar yağmıştır, dağ bile değildir heybetli sandıklarımız. Karbondiokside boğulmuş bir soba gibi yanmıyordur ateşimiz...Bu kuş da kaybolmuş , sağa sola bakmakta etrafında olup bitenleri kalbi sıkışarak anlamaya çalışmakta belki de minik kalbi korkuyla, acıyla küt küt atmakta.Onu bir pencere kenarında tutunmaya çalışırken bulmuş sanki diğer kuş ; tam denize düşecekken kanatları ıslanmışken, korkmuşken ve sinmişken... Güneşi bir daha göremeyeceğim sanırken.. "Baharından güneşi koparmışken..." İste tam da kocaman bir kuş tam ümitlerin bittiği minik kuşun vazgeçtiği anda onun elinden tutmuş.Tutunmuş heybetli kanatlarına, sığınmış. İnsanın böyle sevdikleri, dostları, arkadaşları olmalı apansız, çekinmeden arayabileceği tam düşerken tutunabildiği.Bu yazı altın kanatlı hüzünlü canfeda kuşa yazıldı.Her daim yanında olduğum, olacağım taaa kal-u beladan ahirete dek, kanatlarına mavi boncuklar takacağım ve bilsin bunu bilsin ;onu yalnızca Göğüs kafesimde saklayacağım, yalnızca göğüs kafesimde...Ve unutmadan böyle hoyrat olma minik kuş, sanma ki uzaktayım . Yakınındayım , yakınımdasın çok yakınımda sol yanımı yokladığım yerde ; göğüs kafesimde, soluğumda. Ne demiş güzel peygamber ''Kişi sevdiğiyle beraberdir.''   Yazıyı güzel bir Metin Altıok'un güzel kuş dizesi ile noktalayalım: "Soluğuma bir küçük kuş tünemişSeninse gölgen yıldız dolu gökyüzünden biçilmiş''