Kopenhag :Soğuk havası , standardı yüksek hayatı ile sakin bomboş bir kent . İnsanların paraya ihtiyaçları yok bir çok yerde marketler dahil saat 18.00 da kapanıyor. Andersen masallarinin yazıldığı yer burası. Copenhagen'in bir çok yerinde Anderssen'i görebilirsiniz. (Evi, heykeli, bulvari) Burada sıradan bir mağazaya rastlamaniz çok zor. En uygun mağazaları bile türkiyede alınması çok zor ürünler. Kentin her yeri oldukça sakin belirgin bir kalabalık yok. Apartman olan evleri küçük . Uçaktan bakınca şehir cetvelle çizilmiş kadar düzgün. Kent merkezinden uzaklaştikca birbirinden güzel evlere karsilasabilirsiniz. Bu aylarda giderseniz Noel hazırlıklarını yapılmaya başladığını her yerde "Christmas" çarşılarının kurulduğunu görürsünüz. Dikkatimi çeken önemli bir hususta hayat standardı bu kadar iyi olmasına rağmen türkiyedeki lüks araçlardan burada olmamamasiydi. Araçlar genelde amacına uygun sadece "araç " olarak kullanılıyor :)) Fransız elçiliginin önünden geçerken mel'un saldırıda hayatını kaybeden insanlar için elçiliginin önüne binlerce çiçek bırakılmıştı. Göçmenlere mültecilere çok fazla yer vermeyen bu ülkede en çok afganistanlilar , araplar ve Konya (Cihanbeyli, Kulu) kürtleriyle karşılaştık. En güzeli ise karşılaştığımız Konya Kürtleriyle kaçak çay içiyor olmamizdi. Ve birbirimizi gördüğümüzde sanki kaldığımız yerden devam eden iki dostla muhabbetimizdi. İçtiğim en lezzetli çay diyebilirim. İnsanların sakinligi şehrin kivrila kivrila akan küçük bir dere gibi akması tüm dünya telaslarini memleketimin kargaşasıni düşündükçe aslında Ortadoğu'da ne kadar yoruldugumuzu anladım. Tüm bunlara rağmen insanimin sıcaklığını , bekesligini özledim . Kalbim Amed'de kaldi.
Malmø :
Kopenhag' a 40 km uzaklıkta bir şehir. İki kenti ayıran uzunca bir köprü var sadece. İki ülkeyi ayıran bir köprü !Köprüden geçerken Charles Dickens' ı düşündüm iki sehrin hikayesini... "Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana - sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece 'daha' sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi. "
Köprü boyu kitabin ilk paragrafı çınladı kulaklarimda. Arka fonda Aleksander Rybak- Fairytale söyledi. Köprüyü geçtikten sonra İsveç' in güler yüzlü polisi karşılıyor bizii. Malmö'de / Nykobing'de / Kopenhag'da doğru dürüst polisle karşılaşmadım . Malmö şehrine hiç yabancılık çekmedim . Göçmenlerin özellikle müslümanların ziyadesiyle yoğun yaşadığı bir yer. Büyük çoğunluğu Araplar'dan olusuyor yine Konya Kürtleri az miktarda da Asya müslümanları mevcut. Lokantaların çoğu Arapların elinde yoğun baharatlı ve lezzetli. Bir çok restaurantin üzerinde "helal" yazıyor. Şehrin tarihi dokuları olduğu gibi korunmuş. Hemen her yeri tarih kokuyor. Büyükçe parkları azıcık güneş gören insanların uğrak mekanları. İnsan kalabalığından uzak bir şehir . Kopenhang'in elit havası burada yerini tarih kokan sokaklara bırakıyor. Çok çeşitliliğinden olsa gerek daha çok benimseyebildim. İnsanların çoğu yürüyüş / spor yapıyordu. İşe giden/ gelen insan sayısının azlığını sorunca: Esnek çalışma mesaisinde olduğunu ; haftada 37 saat çalışma şartının ister 2 günde isterseniz de 5 günde tamamlanabileceğini öğrendim. İsveç Danimarka'ya göre daha uzcuzdu . Şöyle ki 1 Euro 7 Dan. Kronu. 1 Euro 10 İsveç Kron'uyla eş değer. Ayrıca Danimarka/ İsveç halkının gece hayatının çok az olduğunu vakitlerini çoğunu is çıkışlarında ailesiyle geçirdiğini gördüm . Soğuk görünüşlerinin aksine soru sordugumuzda güler yüzle uzun açıklayıcı cevaplar aldık. Bunlari dönüş yolunda yaziyorum. Benim icin çok heyecan verici bir deneyimdi . Reha Ruhavioğluğnun da dedigi gibi : Uzaklara gitmenin en güzel tarafı dönüşte Diyarbekir' e geliyor olmak. Eve dönüş vakti , kendimize dönüş vakti kalbimize dönüş vakti...
27 Kasım 2015 Cuma
Kopenhag /Malmö
16 Ekim 2015 Cuma
Bir ecaayip İmam !
Çetin bir kış var o yıl . Camlar buz tutmuş , Son katta oturuyoruz petekler yetmemiş iki kat almışız. Annem el örgüsü kazak işlemiş alacalı turuncu da var , mavi de var içinde boğazını iki kat örmüş bir ters iki düz bir ters iki düz. Akşamları turuncu gökyüzü, her gece kar yağıyor . Kızlı erkekli kar topu oynuyoruz .Yasak değil o zamanlar kızlı erkekli takılmak. Parmaklarım buz tutmuş. Soğuk ciğerlerime işlemiş dudaklarım mosmor , yine de oyundan çıkmak istemiyorum erkekler daha sert atıyor kar topunu.İsabet, istatistiği yüksek. Taak diye burnuma değiyor kartopu; nereden geldiğini bilmiyorum, beklemiyorum, şaşırıyorum. Buz tutan burnum, soğuktan bıçak gibi keskin soluklarım yetmezmiş gibi bir de kar topu ağır darbe vuruyor burnumun ucuna darbelere erken alışıyorum . Sırılsıklam olmuşum ateşin başına gidiyorum ısınmak için, çocuklar da geliyor yanıma bir adam yanı başımızda gözlüklü, güleç, tonton
Nimet amcaya dair hatırladığım en net kare o kış gecesine ait. Ocak soğuğu var . Bir tenekenin etrafında toplanmışız ateş yakmışız ellerimizi ısıtıyoruz. Oturan tek bir kişi var . Bir iskemlenin üstünde bacak bacak üstüne atmış. Bir ayağının üstüne ellerini bağlamış bir “amca” . Tombik , orta boylu, yuvarlak yüzlü yuvarlak gözlüklü biriydi. Gözlükleri incecik metalden yapılmış yuvarlak yüzüyle yapışıktı sanki ... Ateşin başında hikayeler anlatırdı bize. Elimi yakmıştım o gün “soğuk taşları ellerine koy, ateşini alır” demişti. Canım acımasina rağmen anlattığı hikayelerden mahrum kalmak istemediğimden sızlaya sızlaya dikilmistim o ateşin başında, diğer çocuklarla birlikte. Huzurla dinlerdik alim selim biriydi. Yumuşak bir ses tonu vardı, tane tane konuşurdu . Her söylediğini anladigimizdan emin olmadan devam etmezdi. En fazla sekiz yaşındaydım ama sesindeki dinginliği anlayabiliyordum. Herkes çok severdi apartmandaki her sorunu çözerdi. Geçmiş olsunlara, düğünlere, taziyelere 36 hanesi olan apartmanın tüm mensuplarını toplardı. Bayram ziyaretlerine 36. Daireden başlar evin erkeklerini toplayıp en alttaki daireye kadar giderdi. Apartmanın erkekleri aşağıda muhabbet ederlerdi. “Cem “ ne demek bilirdik. Babalarımiz aşağıda muhabbet ederken bizlerde güvenle şeker toplardık. Bayramlar kış gününe denk gelirdi ama kimse üşümezdi . Bilirdik Nimet Amca’ nın marifetiydi. Saygın ve iyi biri olarak anılırdı. “imam-lik” mesleğini hakkiyla yaptığını düşünürdü herkes. Hiç suratını astığını görmedim . Bir gün hariç. Bizim mahallenin imamiydi. Yeşil minik bir camide.. Mezarlığa bakan üst katındaki lojmanda kalmak istememişti. O koca mezarlıkta binlerce kişinin Fatiha’sını okumuştur . Yazları kuran kursuna giderdik . Başımızın üstünde tutarak Musab’ı kahvelerin önünden geçerdik. Adamlar ayağa kalkardı. Bilirdik mühim bir iş yaptığımızı. Onun dışında her türlü haylazlığı yapan biz , is Kur’an’ a gelince ciddileşirdik. Kurs çıkışında. Göznuru örtülerin içinde saklanan Kurân’larimizi mezarlığın duvarına ıtinayla bırakır ; mezar başlarındaki dutları yerdik. “Kırmızılar bulaşırdı eteklerimize...” Mezarlık öyküleri anlatır korkuturduk birbirimize, ağacın en yüksek dallarına kimin çıkacağı hep muamma olurdu aramızda. Yerdik dutları , taşırdık başımızda Kurân’ı, yerden kaldırıp öperdik ekmeği..
Bir sabah huzursuz bir hava ... İlk o zaman anlamıştım kara haber tez duyulurmuş.
Bir sabah şaşkın fısıltılar... Apartmanın tüm kapıları açık , her merdiven başında üç beş insan . Ne kadar da konuşmaya meraklı ölünün ardından.
Bir sabah “ölüm buz gibi”... Melle Nimet intihar etmiş.
Bir sabah koşuşturma... Can havliyle koşuyoruz mezarlığa. Bir dut ağacına asmış kendini, başı yana düşmüş, morarmış yanakları, gözlüğü bir kulağından sarkmış.Ağır çekim de izliyorum, yaklaşıyorum kalabalığın arasından dut ağacına doğru, en kırmızı meyve vereninden karşı apartmandan görmüşler sabaha kadar dolanıp durmuş mezarlikta . Yağmurlu bir geçeymis. Usumus odun yakmış sabah ezanına kadar oturmuş ateşin başında. Incecik bir ipe asmış kendini hayret diyordu görenler nasıl kopmamis bu ip uzun süre can çekişmiş hırıltıları duyulmuş etraftan. Asıktı suratı bodur bir dut ağacının alçak dallarına asılı bu adam , belli ki bir yani belki kurtulurum diye yüksek dallara çıkmayı istememişti, belki ip kopar belki ayağım yere değer... Belkilerle beraber acabalar, kimbilirler var aklımda:
ACABA yaşamdan, çocuklarından kopacak kadar neydi yüklendiği sırtına ?
KİMBİLİR kaç defa insan canına kiymanın ne kadar kötü olduğunu öğütledi cemaatine? 28.09.2015 /03.08
Diyarbekir
Nimet amcaya dair hatırladığım en net kare o kış gecesine ait. Ocak soğuğu var . Bir tenekenin etrafında toplanmışız ateş yakmışız ellerimizi ısıtıyoruz. Oturan tek bir kişi var . Bir iskemlenin üstünde bacak bacak üstüne atmış. Bir ayağının üstüne ellerini bağlamış bir “amca” . Tombik , orta boylu, yuvarlak yüzlü yuvarlak gözlüklü biriydi. Gözlükleri incecik metalden yapılmış yuvarlak yüzüyle yapışıktı sanki ... Ateşin başında hikayeler anlatırdı bize. Elimi yakmıştım o gün “soğuk taşları ellerine koy, ateşini alır” demişti. Canım acımasina rağmen anlattığı hikayelerden mahrum kalmak istemediğimden sızlaya sızlaya dikilmistim o ateşin başında, diğer çocuklarla birlikte. Huzurla dinlerdik alim selim biriydi. Yumuşak bir ses tonu vardı, tane tane konuşurdu . Her söylediğini anladigimizdan emin olmadan devam etmezdi. En fazla sekiz yaşındaydım ama sesindeki dinginliği anlayabiliyordum. Herkes çok severdi apartmandaki her sorunu çözerdi. Geçmiş olsunlara, düğünlere, taziyelere 36 hanesi olan apartmanın tüm mensuplarını toplardı. Bayram ziyaretlerine 36. Daireden başlar evin erkeklerini toplayıp en alttaki daireye kadar giderdi. Apartmanın erkekleri aşağıda muhabbet ederlerdi. “Cem “ ne demek bilirdik. Babalarımiz aşağıda muhabbet ederken bizlerde güvenle şeker toplardık. Bayramlar kış gününe denk gelirdi ama kimse üşümezdi . Bilirdik Nimet Amca’ nın marifetiydi. Saygın ve iyi biri olarak anılırdı. “imam-lik” mesleğini hakkiyla yaptığını düşünürdü herkes. Hiç suratını astığını görmedim . Bir gün hariç. Bizim mahallenin imamiydi. Yeşil minik bir camide.. Mezarlığa bakan üst katındaki lojmanda kalmak istememişti. O koca mezarlıkta binlerce kişinin Fatiha’sını okumuştur . Yazları kuran kursuna giderdik . Başımızın üstünde tutarak Musab’ı kahvelerin önünden geçerdik. Adamlar ayağa kalkardı. Bilirdik mühim bir iş yaptığımızı. Onun dışında her türlü haylazlığı yapan biz , is Kur’an’ a gelince ciddileşirdik. Kurs çıkışında. Göznuru örtülerin içinde saklanan Kurân’larimizi mezarlığın duvarına ıtinayla bırakır ; mezar başlarındaki dutları yerdik. “Kırmızılar bulaşırdı eteklerimize...” Mezarlık öyküleri anlatır korkuturduk birbirimize, ağacın en yüksek dallarına kimin çıkacağı hep muamma olurdu aramızda. Yerdik dutları , taşırdık başımızda Kurân’ı, yerden kaldırıp öperdik ekmeği..
Bir sabah huzursuz bir hava ... İlk o zaman anlamıştım kara haber tez duyulurmuş.
Bir sabah şaşkın fısıltılar... Apartmanın tüm kapıları açık , her merdiven başında üç beş insan . Ne kadar da konuşmaya meraklı ölünün ardından.
Bir sabah “ölüm buz gibi”... Melle Nimet intihar etmiş.
Bir sabah koşuşturma... Can havliyle koşuyoruz mezarlığa. Bir dut ağacına asmış kendini, başı yana düşmüş, morarmış yanakları, gözlüğü bir kulağından sarkmış.Ağır çekim de izliyorum, yaklaşıyorum kalabalığın arasından dut ağacına doğru, en kırmızı meyve vereninden karşı apartmandan görmüşler sabaha kadar dolanıp durmuş mezarlikta . Yağmurlu bir geçeymis. Usumus odun yakmış sabah ezanına kadar oturmuş ateşin başında. Incecik bir ipe asmış kendini hayret diyordu görenler nasıl kopmamis bu ip uzun süre can çekişmiş hırıltıları duyulmuş etraftan. Asıktı suratı bodur bir dut ağacının alçak dallarına asılı bu adam , belli ki bir yani belki kurtulurum diye yüksek dallara çıkmayı istememişti, belki ip kopar belki ayağım yere değer... Belkilerle beraber acabalar, kimbilirler var aklımda:
ACABA yaşamdan, çocuklarından kopacak kadar neydi yüklendiği sırtına ?
KİMBİLİR kaç defa insan canına kiymanın ne kadar kötü olduğunu öğütledi cemaatine? 28.09.2015 /03.08
Diyarbekir
24 Ağustos 2015 Pazartesi
Yollara düşenlere...
Kapının ardında bir telaş, ot kokusu elimde ot dergisi takmışım bu ara otlara, Severim dergiyi sevmem otu. Değiştirmeyin kardeşim otu , kopardığınız gibi yiyin. Bu ateşle boğuşturmak nedir? Kaynatmak, pişirmek ,kızartmak????? Neyse burnuma aldığım zehir bir ot kokusu, genzimi yakan bu zemberek ... Tatvan'dayım. Oysa ne zehir kalmalı ne zemberek . Bir yani yeşil diğer yanı mavi coğrafyada. Huzur bu muydu? Mesela hiç mutsuz olmuyor muydu Karadeniz'dekiler ? Kafamda deli sorular. Kalbin acısı, zihin yorgunluğu, çatılan kaş ve iki kaşın arasında derin çizgilerle... (arka fonda söylesin: ''İki dağın arasında kalmışam'')
Çizgiler: Sıra sıra kimi birbirine paralel kimi çakışık birbiriyle. İlkokulda öğrenmiştik her çizgi noktalardan oluşur. nokta. Bembeyaz bir kağıttı insan doğarken . Her yıkıntıyla bir nokta, sonra noktalar birleşir uzun uzun çizgiler. Çizikler kalpte, çizgiler alında.. Hatırlıyorum uzaydaki herşey noktadan oluşuyor demişti öğretmenim. Kaçar noktadan oluşuyorduk sahi? Nerede birleşiyordu noktalar, nerede çakışıyordu çizgiler..
Sarsılmaz sanar insan kendini , güçlüyüm der, hatalardan ders aldım der. İnsan neyse odur kendi içinde döner dolaşır . Yine ilkokulda öğretmişlerdi her şey bir döngüdür.. İlkbahar ,yaz, sonbahar,kış, ilkbahar,yaz.... Her şey aslına döner , ettiğini bulursun, ektiğini biçersin .Kendinden öte köy yok, tilkinin dönüp dolaşacağı yer.. Dünya yuvarlaktır başladığın yere dönersin.
İlkokulda ne de çok şey öğretmişler .Oysa benim ilk öğrettiğim şey Atatürk'ün Selanik' te doğduğuydu ... Hayatı ben bu kadar bilmezken hangi fütursuzlukla anlatacaktım?
Fütürsuzluk: Gözün kör olma hali...
https://www.youtube.com/watch?v=vaSyaOuKFvo
Çizgiler: Sıra sıra kimi birbirine paralel kimi çakışık birbiriyle. İlkokulda öğrenmiştik her çizgi noktalardan oluşur. nokta. Bembeyaz bir kağıttı insan doğarken . Her yıkıntıyla bir nokta, sonra noktalar birleşir uzun uzun çizgiler. Çizikler kalpte, çizgiler alında.. Hatırlıyorum uzaydaki herşey noktadan oluşuyor demişti öğretmenim. Kaçar noktadan oluşuyorduk sahi? Nerede birleşiyordu noktalar, nerede çakışıyordu çizgiler..
Sarsılmaz sanar insan kendini , güçlüyüm der, hatalardan ders aldım der. İnsan neyse odur kendi içinde döner dolaşır . Yine ilkokulda öğretmişlerdi her şey bir döngüdür.. İlkbahar ,yaz, sonbahar,kış, ilkbahar,yaz.... Her şey aslına döner , ettiğini bulursun, ektiğini biçersin .Kendinden öte köy yok, tilkinin dönüp dolaşacağı yer.. Dünya yuvarlaktır başladığın yere dönersin.
İlkokulda ne de çok şey öğretmişler .Oysa benim ilk öğrettiğim şey Atatürk'ün Selanik' te doğduğuydu ... Hayatı ben bu kadar bilmezken hangi fütursuzlukla anlatacaktım?
Fütürsuzluk: Gözün kör olma hali...
https://www.youtube.com/watch?v=vaSyaOuKFvo
12 Temmuz 2015 Pazar
YOLCU-LUK
karanlıktı, zifiri
yoldaydık neşe vardı yolda, herkes uyanıktı..
En sevdiğim şehir Mardin demişti iki gün önce. Vakitlerden gündüzdü ;ikindiye yakın.Hava kararmamış, ay çıkmamış, hüzün basmamıştı. Yüze düşen bir gölge vardı ama belli belirsiz. müneccimlerin bile fark edemediği ; inceden inceye, sızıyla karışık.. ''En sevdiğim şehir Mardin'' demişti. Bir cümle. kurşun. En asi bıçak eti kemikten tek seferden ayıran. Ağız dolusu cümleler kursa etimin çürümüş kokusu böyle çıkmazdı. Dişimin kovuğunda pusu kuran zehir akmazdı ağız dolusu kurulmayan cümlelerin ağızlarına...
Hiç konuşulmadı geçmedi sızı ,aydınlanmadı gölge.
Yolun sonuna gelmiştik. vakitlerden gece zifiriyle karışık; fecre yakındı.
- ''Gecti mi ?'' diye sordum. Vakitlerden geceydi fecre yakın.
- ''Gecmez'' dedi . Boğazında bir yumruk. Adem'in öyle canı yanmamıştı, öyle oturmamıştı elma boğazına. belki o yumruk önce inse elmadan adem elması denmeyecekti. yoldaydık, yüzün vardı yolda, sadece üç kişi uyanıktı. Bir dergide okumuştu diğeri* ''yarası acıtmaz ama hatırası acıtır.'' dedi. Ortada bir sus oldu .
vakitlerden geceydi, fecre yakın....
A. ve R'ye ....
Bakmaya kiyamadiğimiz kristal gözlerine gölge düşmesin. Zira her zerresi elmas... Azeri bir halk türküsünü dinliyorum yazarken "Yine sürme çekmişsen evler yakan gözüne.. " Ezcümle hüzünle bakmasın , konuşunca yutkunmasin son olarak da evleri yıkmasın :):):)
Bakmaya kiyamadiğimiz kristal gözlerine gölge düşmesin. Zira her zerresi elmas... Azeri bir halk türküsünü dinliyorum yazarken "Yine sürme çekmişsen evler yakan gözüne.. " Ezcümle hüzünle bakmasın , konuşunca yutkunmasin son olarak da evleri yıkmasın :):):)
24 Şubat 2015 Salı
Hoyrat, hüzünlü canfeda kuşu
Bazen küçük, küçücük bir kuş gibi kayboluruz denizlerde, dehlizlerde. Yorulmuşuzdur, yorgunuzdur, insanlara güvenimizi kaybetmişizdir, güvendiğimiz dağlara kar yağmıştır, dağ bile değildir heybetli sandıklarımız. Karbondiokside boğulmuş bir soba gibi yanmıyordur ateşimiz...Bu kuş da kaybolmuş , sağa sola bakmakta etrafında olup bitenleri kalbi sıkışarak anlamaya çalışmakta belki de minik kalbi korkuyla, acıyla küt küt atmakta.Onu bir pencere kenarında tutunmaya çalışırken bulmuş sanki diğer kuş ; tam denize düşecekken kanatları ıslanmışken, korkmuşken ve sinmişken... Güneşi bir daha göremeyeceğim sanırken.. "Baharından güneşi koparmışken..." İste tam da kocaman bir kuş tam ümitlerin bittiği minik kuşun vazgeçtiği anda onun elinden tutmuş.Tutunmuş heybetli kanatlarına, sığınmış. İnsanın böyle sevdikleri, dostları, arkadaşları olmalı apansız, çekinmeden arayabileceği tam düşerken tutunabildiği.Bu yazı altın kanatlı hüzünlü canfeda kuşa yazıldı.Her daim yanında olduğum, olacağım taaa kal-u beladan ahirete dek, kanatlarına mavi boncuklar takacağım ve bilsin bunu bilsin ;onu yalnızca Göğüs kafesimde saklayacağım, yalnızca göğüs kafesimde...Ve unutmadan böyle hoyrat olma minik kuş, sanma ki uzaktayım . Yakınındayım , yakınımdasın çok yakınımda sol yanımı yokladığım yerde ; göğüs kafesimde, soluğumda. Ne demiş güzel peygamber ''Kişi sevdiğiyle beraberdir.'' Yazıyı güzel bir Metin Altıok'un güzel kuş dizesi ile noktalayalım: "Soluğuma bir küçük kuş tünemişSeninse gölgen yıldız dolu gökyüzünden biçilmiş''
5 Şubat 2015 Perşembe
ZİNLE BAŞLASIN HERŞEY...
''ZİN'' hersey burda bitecek... Karmakarışık duygularla yazmaya başlıyorum. Bu ilk yazım, ilk sözcükler kaleme dokunmak gibi değil, kağıdı koklamak gibi hiç değil.. lakin yine de yazmak nefes almak, yazmak deryalara dalmak, Fatih olup ''inna fetahna.......'' sururuyla yazmak.Yazmak tarihe bir çivi çakmak... Evet yazmak dedik; şimdi başa dönelim ''ZİN'' i yazalım .. Kürt tarihinin en trajik aşk öyküsü Mem u Zin . Mem ve Zin'in hikayesi... 2011 in Mayıs'ında gitmiştim ilk Cizre'deki mezarlarına. Nusaybin'e geziye gidecekken; beni bilmediğim bir ses Cizre'ye atmıştı (Sebebini sonra öğrenecektim). Bir mezarın içinde iki aşık, birbirine meftun; birbirine vurgun.Kavuşmak ahirete kalmıs.Dağı dağa kavuşturan Allah kavuşmayı kıyamete ertelemiş; Yelda Abbasi'nin-Gülnare şarkısında diyor ya ''Didar maye qıyamet e oy yare'' didar -sevgilinin yüzünü görme- kıyamete kalmış.. Cizre'de kadınlar ağıtlar yakmış Mem u Zin'in ardından. O gün bu gündür ki Cizreli kadınlar hala karalar bağlamakta, kavuşmayan aşıkların yasını tutmakta.O zaman beni aylar öncesinden Cizre'ye atan sebep neyse; Hasanpaşa Han'ının Zin kafesine yıllardır götüren sebep aynıymış. Hepsı aynı yola çıkıyormuş. Bazen sebepleri sonra anlarız. Usta şoförlerimizin dediği gibi ''Hiçbirşey sebepsiz değildir'' :) Bunu şimdi anlıyorum hiçbirşey sebepsiz değil, şimdi göremeyebiliriz .Bekleyin göreceksiniz, göreceğiz... Herşey sizi kaderinize götürecek... 5.02.2010'a selam olsun.
İlk yazımı uzun tutmak istemedim.. Allah verirse ömür uzun.. yaşayacak, gezecek ve yazacak çok şey var. Nazım'ın sözüyle bitiriyorum: ''Herkese selam, sana hasret'' Şevbaş, iyigeceler, goodnight...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)